13 Şubat 2020 Perşembe

İSPANYA SEYAHATİ 11-22 Ocak,

BARSELONA

2015 Ocak ayında Hindistan’a giderken bir sonraki yurtdışı seyahatim için bu kadar uzun süre bekleyeceğimi hiç düşünmemiştim. O zamanlar her yıl bir defa yurt dışı yapma hedefindeydim. Şu an bakınca iddialı bir hedefmiş benim için J Sanırım bundan sonra beş yıllık hedefler koymam daha doğru olacak. Gerçi Türkiye gibi bir ülkede yaşıyorsanız hiçbir hedef kolay ulaşılabilir değil J

Kısmet 2020 Ocak ayındaymış. Pınar’la evlendikten sonra geleneksel olduğu üzere bir balayı tatiline gitmedik. Sömestir tatilini bekledik. Güney Afrika, Uzak Doğu diye düşünürken, en sonunda fazla uçmayalım deyip İspanya’da karar kıldık J İspanya rotamız için öncelikle Barcelona’yı belirledik, sonra da Endülüs bölgesi şehirlerini ekledik; Malaga, Ronda, Sevilla, Cordoba ve Granada.  Barcelona dünyada en çok ziyaret edilen ve en beğenilen şehirlerden biri. Avrupa’ya çıkmamış benim için ilk görülecek şehir.  Endülüs Bölgesi ise geleneksel İspanyol yaşantısı ve otantik Arap/İslam mirası ile görülmeyi hak eden bir bölge.

THY’den uygun bir kampanya ile gidiş Barcelona, dönüş Malaga olarak biletlerimizi aldık.  (Bu yazıyı okuyup karşılaştırma yapmak isteyenler için gidiş-dönüş kişi başı 1000 TL civarında) Toplam 11 günlük bir seyahat süresi belirledik, Beş gün Barcelona, bir gün Ronda, iki gün Sevilla, bir gün Cordoba, bir gün Granada ve bir gün Malaga. Gittiğimiz bütün şehirlerde Airbnb evleri kiraladık. Barcelona’dan Malaga’ya geçerken hızlı tren kullandık, diğer şehirler arasında otobüs yolculuğu yaptık. Endülüs bölgesinde mesafeler oldukça kısa sayılır.

Barcelona El Prat Havaalanı'na iner inmez ilk iş, yerel bir gsm hattı aldık. İspanya’da görece uzun bir süre kalacaksanız mutlaka tavsiye ediyorum.  Telefon irtibatı ve internet imkanı her yönden seyahatinizi kolaylaştırıyor. Toplu ulaşım için ise T10 dedikleri ulaşım kartını aldık. T10, 10 biniş hakkı tanıyan birden fazla kişinin paylaşabildiği, tüm toplu taşım araçlarında geçerli bir kart.  Ayrıca, kullanmak için gün sınırı yok. Havaalanından şehre ulaşımı bizdeki Havataş benzeri Aerobus’ler ile yaptık. Tuttuğumuz Airbnb evi, La Rambla’nın 2-3 sokak arkasındaki Rambla del Raval’deydi. Burası, çoğunlukla göçmenlerin, daha çok Pakistanlıların yaşadığı bir sokak.  La Rambla’ya  6-7 dk’lık bir yürüme mesafesinde. Merkeze yakın bir yerde kalmamız çok işimize yaradı, Barcelona’da görülecek bir çok yere yürüyerek  gittik böylece.  İlk gün saat 13:00 gibi evimize yerleştikten sonra şehri dolaşmaya çıktık.

1. Gün

La Rambla, La Boqueria, Christof Clomb Heykeli,  Barri Gothic, Placa Reial, Barcelona Kathedrali, Plaça Sant Jaume, Barcelonota

La Rambla, Barcelona’nın en merkezi caddesi, bizdeki İstiklal Caddesi gibi düşünün. Onun kadar uzun değil; bir uçtan diğer uca 1,4 km. Cadde üzerinde mağazalar, kafeler ve restoranlar bulunuyor. Cadde üzerinde bulunan neredeyse her işletmenin vitrininde Barcelona futbol takımının bir formasını, kartpostalını, atkısını ya da posterini görüyorsunuz. Yürüyüşümüzün daha en başında futbol takımının şehirle nasıl özdeşleştiğini anlıyoruz böylece. Buna rağmen, Real Madrid caddenin ortasına Real Madrid Store’u açmış J   Bağdat Caddesinde ya da Beşiktaş Çarşı'da buna izin verileceğini pek sanmıyorum. Cadde üzerinde envai çeşit insan görüyorsunuz.  Çılgınlığın ötesinde fotoğraf çektiren Uzak Doğulu turistler, mekânlarına turist kapmaya çalışan Hintli göçmenler ve kuytu köşede takılan Afrikalı göçmenler sürekli gözünüze çarpıyor.


Deniz tarafına doğru yürürken çok geçmeden sağ tarafımızda La Boqueria’yı gördük. İçeri adım atıp dolaşmaya başladığımızda bizi birbirinden renkli meyve ve sebzeler,  göz alıcı çikolata ve şekerler, daha önce hiç görmediğim deniz ürünleri, değişik değişik sakatatlar  ve en çok da “iberico jamon” dedikleri kurutulmuş domuz butları karşıladı.  İspanya’da peynir-ekmek gibi satıldığını anlayınca hayrete düştüğüm bu domuz pastırmaları,  aşağıda fotoğrafta göreceğiniz gibi butlar halinde, bütün şarküteri reyonlarının tavanlarına asılı olarak teşhir ediliyor.

Türkiye’de büyümüş biri iseniz her şeyden önce domuz etine karşı psikolojik bir engelin oluşmaması kaçınılmazdır. Ben kendimi zorlasam da domuz pastırmasını uzaktan izlemekle yetindim.

La Boqueria’dan sonra yönümüzü, La Rambla’nın  denize doğru sol kıyısında bulunan Barri Gothic’e çevirdik. Burası tarihi Gotik binaların bulunduğu, dar sokaklardan oluşan, aynı zamanda gizemli bir atmosferi olan çok eski bir yerleşim bölgesi.  Bu sebeple turistler için popüler yerlerden biri. Dar sokaklar üzerinde çok sayıda kafe ve butik mağaza bulunuyor. Bu bölgeyi birinci gün şehrin acemisi olarak hızlı dolaştığımız için üçüncü gün tekrar zaman ayırarak doyasıya dolaştık. Barcelona’da kesinlikle keşfedilmesi gereken bir bölge. 


Barri Gothic  aynı zamanda Plaça Reial, Plaça Sant Jaume meydanlarına ve Barcelona Kathedrali’ne de ev sahipliği yapıyor. Bölgenin içinde  bir sokaktan başka bir sokağa girip çıkarken  mutlaka buralardan geçiyorsunuz. 

Plaça Reial arada kalmış hoş bir meydan. Burada bulunan kafelerin birinde, çok güzel bir kahve içip mola verdik. Plaça Sant Jaume, Katalalonya parlementosunun ve belediye binasının olduğu önemli bir meydan. Binaların üzerinde “Katalan parlamaneterlere özgürlük" yazan afişler  ve Katalonya bayrakları asılıydı. Barselona Kathedrali ise şehrin en heybetli yapılarından biri. Gotik mimarisi ile dikkat çekiyor. Giriş ücreti 5£. 

İspanya’da seyahatimiz boyunca bir çok kathedral dolaştık. Bu sebeple Hristiyanların kutsal alanları hakkında küçük bir araştırma yaptım. Kısaca yazmış olayım; Kathedral şehrin en büyük kilisesi, aynı zamanda da idari bir makam olan psikoposluğun o şehirdeki merkeziymiş J.



Artık birinci günün akşamında iyice yorulmuş ve acıkmıştık. İspanyol mutfağıyla tanışmamızın zamanı da  gelmişti. Akşam yemeği için Pınar, Google’layarak  Bar Jaica adındaki bir tapas barı seçti. Merkezi bir yerde değildi. Daha çok lokal bir bar görünümü olmasına rağmen turistlerin de geldiği bir mekan olduğunu anladık. Menüyü inceledikten sonra benim biraz garantici  yanımdan dolayı şu tapasları sipariş ettik; Katalan ekmeği, patatas bravas, kalamar tava, tavuk nugget ve katalan birası. Yeşil zeytini, biranın yanında ikram olarak getirdiler. Merak edenler için yazayım bu yemeğin maliyeti 25,75 £.


Yeri gelmişken İspanya’daki yemek kültürüne dair gözlemlerimi paylaşayım.

YEMEK KÜLTÜRÜ

    Bizdeki atıştırmalık ya da mezelere benzeyen tapaslar İspanyol mutfağında önemli bir yer tutuyor. Öğle ve akşam yemeklerinde içkinin yanında çeşit çeşit tapas sipariş ediliyor. Tapaslar da genellikle deniz ürünlerinden ve kızartmadan ibaret.

    En çok pazarlanan , en ikonik ve en geleneksel yemekleri,  paella.  İçine kalamar, karides, midye gibi deniz ürünlerinin ve kabuklularının konduğu bir tür pilav aslında. Düşününce tahayyül etmesi hiç de zor değil. Bizde nasıl tavuklu ve etli pilav yapılıyorsa oralarda da içinde deniz ürünlerinin olduğu zerdeçallı pirinç pilavı yapılıyor J Biz hem Barcelona’da Port Olimpic’te hem de Malaga’da yedik. Benim damak tadıma uyduğunu söyleyemem. Oralara kadar  gitmişken İspanyolların en meşhur yemeğini yememek olmazdı. Paella macerası orada başlayıp bitti benim için.

      Soğuk sandviç kültürü inanılmaz yaygın. Her markette, her pastanede, her barda  domuz pastırmalı peynirli sandiviçler satılıyor.

    Geleneksel alkollü içecekleri Sangria ve Cava. Sangria kırmızı şarabın içine elma, kabuklu portakal dilimlerinin konduğu hafif bir şarap türevi. Cava ise İspanyolların şampanyası.  İkisinin de içimi keyifli ancak Cava kesinlikle favorim.

     İspanyollar kahvaltıyı churros dedikleri bizdeki lokma/pişi benzeri  bir yiyecek ile yapıyorlar.  Churros çikolota sosuyla ikram ediliyor. Sade bir kahve eşliğinde çikolota sosuna bandırarak kahvaltılarını yapıyor İspanyollar. Biz saat 5 atıştırmalığı olarak Sevilla'daki en iyi  yapan restoranların birinde tattık churros’u. Tahmin ettiğimiz gibi çok bir olayı yoktu. J

   Akşam yemekleri kesinlikle geç yeniyor. Restoranlar 21:00’den önce nadiren açılıyor. Sevilla’da yağmurdan korunmak için saat 21:00 civarında bir restorana girmiştik. İçerde kimsecikler yoktu. 5-10 dk sonra İspanyollar çiftler ve büyük gruplar halinde mekanı birden doldurdular.

         Barcelona’da bir İtalyan restoranına girmiştik.  İçerde 4 kişilik birkaç masa boştu. Garson biz 2 kişi olduğumuz için  bu masalara oturtmadı. Beklememizi söyledi. Bu bana çok ters geldi, İçten içe çok kızmıştım; elbetteki beklemedik, mekandan ayrıldık. J

.      2. Gün                                                                                                                                                                          
       La Sagrada Familia, Arc de Triomf, Parc de la Ciutadella, Plaza de Espana, Màgica de Montjuïc, Castell de Montjuic , Poble Espanyol


La Sagrada Familia, Barcelona’nın dünyaca ünlü kilisesi. Daha doğrusu bazilikası, büyük kilise olarak düşünebilirsiniz.  Dahi  mimar Antoni Gaudi’nin de en önemli eseri.  Klisenin hikayesi ilginç. İspanyollar şehre büyük bir kilise yapmaya karar veriyor. 1882 yılında ilk kazma vuruluyor. Sonrasında mimarla projeyi yöneten dernek arasında anlaşmazlık çıkınca mevcut mimar projeden çekiliyor.  1883 yılında Gaudi projeye dahil ediliyor. Tüm  hayatını da bu projeye adıyor. Klise o kadar karmaşık ve fantastik  tasarlanmış ki  inşaatı halen tamamlanmış değil. Tamamlanma tarihi olarak 2026’yı gösteriyorlar.

La Sagrada Familia Barcelona’nın en önemli sembolü. Barcelona’ya ayak basıyorsanız mutlaka burayı ziyaret etmelisiniz. Biz ikinci gün sabahına planladık burayı. Giriş  biletleri internetten alınıyor. Saat 10:00 girişi için biletlerimizi audioguide'lı olarak 26’şar Euroya aldık.  Burası ayrıca La Rambla’dan yürünerek ulaşılacak bir yer değil. Metro ile gelmek durumundasınız.



 Herhangi bir yapının özelliklerini anlayacak  bir mimar ya da sanat uzmanı değilim. Gördüklerim, hissettiklerim ve okuduklarımdan yola çıkarak söyleyebilirim ki kilisenin sıradışı ve etkileyici bir mimarisi var. Klisenin devasa oluşu, yüksekliği, dış cephe ve kulelerin tasarımı  kadar içerdeki kolon, çatı ve duvarlar bir çok  metafor, sembol ve sır barındırıyor. Bu yüzden “inşaatı neden bitiremiyorlar” demeyin. İş gerçekten çok komplike. Ayrıca burası o kadar büyük ki gezmesi 2,5-3 saati buluyor. Gezinizi tamamladıktan sonra dinlenmek için çevrede çok sayıda kafe ve restoran bulunuyor. Biz  kiliseyi karşıdan görecek şekilde bir kafede kahve ve tatlı molası verdik. Tesadüf o  ki kafenin sahibi Tunceli’li bir Zazaydı. Yazıyı çok uzatmak istemediğim için gün içinde sonraki gezdiğimiz yerleri atlıyorum.






  3. Gün

Casa Batllo, Casa Mila, Eixample, Nou Camp, Casino Barcelona, Port Olimpic,

Gaudi öyle büyük bir ustaymış ki şehri neredeyse kendisi var etmiş. La Sagrada Familia dışında şehirde mimarlık harikası birçok yapı tasarlamış. Onlardan ikisi Casa Batllo ve Casa Mila  Bu iki bina da La Rambla’ya yürüme mesafesinde olan Eixample bölgesi içindeki Passeig de Gracia caddesi üzerinde bulunmakta.  La Rambla’dan Katalonya Meydanı'na çıkıp Passeig de Gracia caddesi boyunca yürümeye başlarsanız karşınıza önce Casa Battlo çıkıyor. Casa Battlo farkedileceği üzere apartmanlar arasında kalmış sıra dışı bir yapı. En dikkat çekici bölümü caddeye bakan ön cephenin üst kısmındaki sürüngen sırtını andıran çatı kısmı. Buraya ön cephedeki balkonların ince sütunları nedeniyle kemikler evi de deniyor. Gaudi burayı İspanyol bir iş adamı için yapmış. Binanın dışı kadar da içi de etkileyici, çok ince ayrıntılar düşünülmüş. Lakin ben ben içeri girmeyi tercih etmedim. Giriş ücreti 25£.



Casa Batllo’dan sonra biraz daha yürürseniz karşınıza bu sefer Casa Mila çıkıyor. Casa Mila’nın Gaudinin La Sagrada Familia’dan  sonra en büyük ikinci eseri olduğu söyleniyor. Burası çağının çok ötesinde apartman binası olarak tasarlanmış. Dış cephesi tamamıyla doğal taştan yapılmış ve farkedeceğiniz üzere düz görünümlü değil dalgalı bir yapıya sahip. Binanın üst kısmında ilginç bacalar ve şekiller bulunuyor. Bununla birlikte asıl şaşırtıcı unsurların içeride olduğu söylendi. Ancak ben yine içeri girmeyi tercih etmedim. Giriş ücreti 24£.
İki muhteşem binayı gördükten sonra Eixample bölgesini dolaştık. Bu bölge içerisinde  çok modern çok zarif binaların olduğu zengin bir muhit. Uluslarası tanınan lüks mağaza ve restoranlar da bu bölgede bulunuyor. Hava çok güzeldi, Pınar’la doyasıya dolaştık bu bölgeyi. 


Saat 14:00’ü bulmuştu. Öğle yemeğinin ardından yönümüzü efsanevi Nou Camp stadına çevirdik. Pınar için değildi ama benim için oldukça heyecan vericiydi bu ziyaret. Barcelona’nın sayısız maçını izlemiş bir futbolsever olarak TV’den izlerken bile inanılmaz bulduğum 100.000 kişilik NouCamp stadını görmek benim için altın değerinde bir deneyimdi. Stad şehir merkezinin dışında. Bu sebeple metro ile gitmek zorunda kaldık. Metrodan çıktıktan sonra aşağıya doğru biraz yürüyünce karşınıza FC Barcelona’nın tesinin kapısı çıkıyor. İçeriye adım atıp biraz dolaşınca yalnıza stadın değil, basketbol salonunun, buz pistinin, kulüp mağazasının, kafe ve restoranların, eğlence salonunun olduğu dev bir tesis olduğunu anladım. Etrafta dolaşan insan sayısı da oldukça fazlaydı. Daha ucuz olduğu için 26£ karşılığında online olarak biletimi aldım. Stad turu öncelikle müzeden başlıyor. Müze bölümünde Barcelona’nın kazandığı kupalar, tarihi anlarının fotoğraf ve videoları, efsane olmuş futbolcularının forma ve diğer eşyaları sergileniyor.  Yalnızca futbol değil basketbol ve diğer branşlara ait görseller de bulunuyor.


Müze bölümünü tamamladıktan sonra tribün tarafına geçiyorsunuz. Artık stadın içindeydim.  Dikkatli bir şekilde yavaş yavaş, sindirerek stadın tüm bölümlerini, tüm detaylarını inceledim, seyrettim.  Bu bölümden sonra futbol sahasına doğru yavaşça inmeye başladım. Geçtiğim yerler üzerinde basın toplantı salonu, soyunma odaları, futbolcuların maça çıktığı koridorlar vardı. Gerçekten güzel duygulardı. Televizyondan takip ettiğim onca şeyin içindeydim artık.  Merak ettiğim bir çok şey gözlerimin önündeydi. Her anımı zihnime kaydederek yoluma devam ettim ve sonunda kendimi NouCamp’ın yeşil çimlerinin üzerinde buldum. Göz alabildiğine yeşil alan artık karşımdaydı. Unutulmaz 90 dakikaların yaşandığı çimlerin üzerindeydim. Yaşadığım hazzın zirveye çıktığı bölümdü sanırım burası. Ziyaretçiler için belirlenen sınırları aşıp uyarı alana kadar yürüdüm çimlerin üzerinde. Bu bölümden sonra stadı panoramik olarak görebileceğimiz stadın en yüksek noktasına çıktık. Burası aynı zamanda maçı izleyen anlatan televizyoncu ve gazetecilerin bulunduğu yerdi.  Artık stad turu tamamlanmıştı. Çıkış yolu beni bu sefer 3 katlı kocaman kulüp mağazasına çıkardı. Mağaza içerisinde dünyanın her yerinden gelmiş turistler Barcelona ürünleri alıyordu. Stad turu ve devasa mağazayı gördükten sonra Barcelona’nın neden bir kulüpten daha fazlası olduğunu anladım.





Nou Camp turundan sonra kendimizi ödüllendireceğimiz akşam yemeği için Port Olimpic bölgesine geçtik. Port Olimpic 1992 Barcelona olimpiyatları sırasında yapılmış  bir liman. Üzerinde sıra sıra dizilmiş kafe, bar ve restoranlar bulunuyor. Buranın hemen girişinde Casino Barcelona adında  çok güzel, çok lüks bir kumarhane bulunuyor. Böylece hayatımda ilk kez bir kumarhaneye de girmiş oldum.

4.Gün

Gothic Quarter (tekrar), El Born, Picasso Müzesi,  Catalonia History Museum, Palau de Mar, Port Vell,

Üç günün sonunda o kadar çok yürüyüp o kadar iyi gezmiştik ki artık Barcelona’ya iyice alıştığımızı hissediyorduk. Dördüncü gün nispeten hafif yoğunlukta bir gündü bizim için. Artık serbest dolaşmaya karar verdik. Bir şekilde keyif günü olacaktı bizim için. Bu sebeple ilk gün çok sevdiğimiz Gothic Quarter’ı tekrar dolaştık. Ardından El Born ve Port Vell’i ziyaret ettik.




 5. Gün

Barcelonata (tekrar) Tren İstasyonu  (Endülüs'e Yolculuk)

Malaga’ya hızlı tren bileti almıştık. Tren saat 15:50'deydi. Bu sebeple kaldığımız yere yakın olan Barcelonata'yı tekrar dolaştık. Fazla kalmadan da evimizden ayrılıp hızlı tren için istasyona geçtik.

28 Mart 2017 Salı

25-26 Mart Çanakkale Bisiklet Turu

Çocukluk dönemlerim dahil hayatımın hiç bir döneminde bisiklet tutkunu olmadım. Çocukken bisiklete binmek yerine sokakta futbol oynamayı her zaman tercih ettiğimi hatırlarım. Bu sebepten olsa gerek ki bisiklete binmeyi bile gecikmiş olarak öğrendim. İlerleyen  yıllarda da durumumda pek bir değişiklik olmadı. Sporu,  hayatıma yoğun olarak soktuğum  bu dönemlerimde dahi bisiklete hiç  merak sarmadım. Bisiklet benim için yalnızca salonda kardiyo yapmak için kullandığım bir antreman aracıydı. Bu sebeplerden olsa gerek  Çanakkale Bisiklet turu etkinliği ortaya atıldığında  hiç oralı olmamıştım. Gitmek aklımdan geçmemişti. Ama ne olduysa, son hafta etkinlik için kurulan bisiklet grubunun içinde buldum kendimi. Sonrasında bir baktım ki yola çıkmış Çanakkele’ye gidiyoruz.

Katıldığımız etkinlik Çanakkale Savaşları Gelibolu Tarihi Alan Başkanlığı himayesinde gerçekleştirilen bir bisiklet festivaliydi. 25-26 Mart tarihlerinde  Troia etabı (66 km) ve şehitlere saygı etabı (55km) olarak 2 farklı etap sürüş güzergahı olarak planlanmış idi. Biz grup olarak bırakın 2 etabı, katılacağımız ilk günkü etap olan Troia etabını  bile tamamlayabileceğimizden şüpheliydik. Temel motivasyonumuz eğlenmek ve beraber keyifli zaman geçirmek idi. Spor ve aktiviteler bunun için vesile oluyordu.
 
Troai etabı; TroyPark AVM’den başlayıp sırası ile Atatürk Caddesi, Yılbaşı Sokağı, Kepez Sahil Limanı, Sahil Güvenlik, Dardanos, Güzelyalı, Karanlık liman, Kumkale,   Tevfikiye, Truva Ören Yeri, Truva Ören Yeri ziyareti ve yemel molasından sonra aynı güzergah itibari ile geri dönüş şeklinde planlanmış olup 66 km uzunluğundaydı.


14+1 (minik rüya)  kişi olarak tura katıldık. Aramızda bir kaç arkadışımız bisikletciydi ama onların da bu denli uzun tur tecrübesi  yoktu.  Hatta ben dahil  neredeyse grubun yarısı bisikletini  etkinlikten hemen önce temin etti. Ancak grubumuz   spor geçmişi olan ya da halen  birçok sporlarla uğraşan profillerden oluşmaktaydı. Hamlık durumları olan tipler değillerdi. Yukarıda dediğim gibi  kimse bir hırs içinde değildi asıl amaç grup olarak eğlenmek idi. Başka detaylara geçmeden önce bu noktada bisiklet turu için gerekli olan malzeme ve ekipmanlardan bahsetmek istiyorum. Blogun da amacına uygun olarak:)

En önemli ekipman tabiki bisiklet. İllaki çok iyi bir bisiklete sahip olmanız gerekmiyor. En can alıcı nokta, bisikletin bakımlı ve hareketli aksamların çalışır durumda olmasıdır. Benim kullandığım bisiklet bu yönden eksikti. Zira rampa çıkarken 2 kez zincirim koptu ve artık zinciri değiştirmek zorunda kaldık. Ayrıca vites mekanizmam da kısmen bozuldu. Bu durum yol özelliklerine göre vites değişikliği yapmamı engelledi ve beni özellikle rampalarda çok ama çok zorladı. Bisiklet giysisi anlamında mümkünse pedli şort  ya da tayt giyin. Ben, tayt erkek adamı bozar falan demedim gidip pedli tayt aldım. O kadar zaman boyunca sele üzerinde oturmak poponuzu öyle böyle acıtmıyor söylemiş olayım:) Ne kadar iyi ped o kadar rahat bir oturuş sağlıyor.  Tişört olarak ise  salonda antreman yaparken kullandığım teri emen rüzgar geçirmeyen klasik sporcu tişörünü giydim. Ayrıca herhangi bir çarpma ya da düşmeye karşı kask aldım. Ki kask takmak zaten mecburi idi. Kask konusunda cimrilik etmemek gerek. Görselliği tamamlayan motive edici bir unsur olduğu gibi kafa yaralanmalarına karşı en önemli koruyucu ekipman. Kaskla birlikte sürüş esnasında göze birşey kaçmaması için şefaf gözlük kullandım. Son olarak da eldivenlerden bahsetmeliyim. Düştüğünüzde avucunuzun içinde mozaik döşenmesini istemiyorsanız eldiven kullanmanızı öneririm. Ayrıca gijonları tutarken avucunuzun terlememesi ve ellerinizin tahriş olmaması için de gerekli. Ben bahsettiğim bu ekipmanların tamamını Decathlon’dan makul fiyatlara aldım. Aklınızda olsun.

Bu noktada yazının daha da uzamasını istemiyorum. Bu sefer, turda ne yaşadım, ne gördüm faslını geçip farklı birşey yazmak istedim.  Şimdi, tura katıldığım arkadaşlarım için yazdığım kim nasıldı bölümünü arz ediyorum izninizle:)

Buse: İlk andan itibaren kıyafeti ve duruşu ile 40 yıllık bisikletçiyim der gibiydi. Feribotta ve molalarda dahi kaskını çıkarmayarak görüntüsünden hiç taviz vermedi:)

Mert: Üzerinde içlikten formaya, kazaktan, şişme monta kadar sayamayacağım kadar kıyafet vardı.  Bisikletci giyiminde çığır açtı :)
 
Fevzi: Macta  ortalarda görünmeyen  ama goller atan futbolcu gibiydi. Fazla konuşmadı, konuştuğu zamanlarda tam isabet, vurucu espirileriyle hepimizi kırdı geçirdi:)
Seniha: En hızlı gelişim gösteren sporcu ödülünü aldı bizden.  Geçen yıl bisiklet sürmesini öğrenen biri olarak 45 km gitmeyi başardı:)

Senem:   Aktivitelerdeki erken pes etme süresini geliştirdiği için hepimizden takdir topladı.  Fısıltı halinde Senem’in nerede  bırakacağını konuşurken, parkurun 17 km sini tamamlaması bizim için sürpriz,  onun için büyük bir adımdı.  Havlu attı dediğimiz anda tekrar devam etmeye çalışması; “yenil, daha iyi yenil” sözünün pratikteki karşılığıydı.

Şener : Ahtapotun sakin gücü. Her aktivitede  olduğu gibi bisiklette de şaşmaz bir performans gösterdi.

Gökçen: Aktivite boyunca  çok cool göründü.  Yönetmen kimliğini her durumda ortaya koydu. Molalarda bizler fotoğraf çekerken o kısa film formatında videolar çekiyordu:)

Semiha:  Çanakkale bisiklet turunun tanıtım yüzü olabilecek kadar duru bir güzelliğe sahipti.

Vedat:  Ahtapotun dünya lideri. Her zamanki gibi en hiperaktif, en muzip ve en deneyimlimizdi.

Sultan: Grubun en sportif kadın temsilcisiydi.  66 kmlik parkuru bitirdiğinde hiç zorlanmadığını düşündürttü hepimize.

Afife:  Çocuğum yüzünden bir şey yapamıyorum diyen annelere  45 km boyunca bisiklet sürerek (üstelik arkasında çocuğunu taşıyarak) en güzel örneği verdi.

Bircan: Bisikleti sürmek için ellerini hiç kullanmadı.  Boşa çıkardığı elleriyle 66 km  boyunca aralıksız fotoğraf ve video çekimi yaptı:)

Elif: Taş gibi bir kadın olduğu kadar taş gibi de  bir bisikletci.  Güle oynaya parkuru tamamladı.

Rüya: Yavru potpotcanımız.  Doğuştan bisikletçi dedirtti hepimize.

Ben mi?  Beni biliyorsunuz zaten,  Gruptan finish noktasına ilk gelen kimdi acaba:)